Türkiye’de neler olduğuna anarşist bir bakış
Arkaplan
Ermeni halkının soykırımı üzerine ulusalcı ve katliamcı bir maya ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, geçtiğimiz bir asırda çok şey değişmedi. Çoğunluğu ve gücü elinde tutmayan gayrimüslimler, Kürtler, Aleviler, kadınlar için devlet de onun başarıyla inşa ettiği toplum da her zaman bir zulüm kaynağı idi. 2002 yılında başlayan Erdoğan diktatörlüğü ise baskının, yoksulluğun, şiddetin, rantın sonuçlarının artık toplumun çoğunluğu tarafından da hissedilmesi anlamına geldi. Gittikçe artan yasakların ardından 2013 yılında ülkenin tüm şehirlerinde yer alan gezi parkı ayaklanması ile milyonlarca insan özgürlükleri için ayağa kalktı. Aylar süren direniş benzeri görülmemiş ulusal çapta 15-22 yaşındaki sekiz gencin öldüğü, binlerce kişinin gözaltına alındığı polis saldırıları ile sonlandı. 2013’ten beri tamamen polis devletine dönen Türk devleti, 2016 kurmaca darbe girişimi ardından OHAL koşullarında mutlak bir otoriterlik ile yönetilmeye başlandı. 2021’den beri büyük bir ivmeyle tırmanan ekonomik krizin sonucunda şu an nüfusun %60’ı açlık sınırı altında yaşıyor.
Her yıl daha fazla sefalete mecbur bırakılan milyonlar, her seçimde hükümetin ve bu durumun değişeceğine inansa da medyayı ve yargıyı emri altında tutan Erdoğan korku ve manipülasyonlarla bunun gerçekleşmesine hiçbir zaman izin vermedi. Bu esnada ezilen grupların bir araya gelmemesi için toplum içinde derin bir nefret yarattı, her geçen gün yeni bir topluluğu terörist-düşman-dış mihrak olarak damgaladı: Kürtler, Aleviler, üniversite öğrencileri, sendikacılar, avukatlar, gazeteciler, akademisyenler. Bu kişiler devletin mahkemeleri aracılığıyla terör suçları ile hapsedilirken, henüz dışarıda olanlar hapsedilenlerin terörist oldukları yalanına kandılar. ‘Terör’ Erdoğan için iktidarını sürdürmek için sihirli bir kelime işlevi görürken, otoriteye itiraz eden insanların sonu, hapis, sürgün ya da ölüm oldu. Böylelikle günden güne gücünü kaybeden politik, ekonomik ve ahlaki olarak çöken zombiye dönmüş bireyler ve toplum yaratıldı. Şu an yaşanan ayaklanmayı, tam da bu bağlamda gelişen, hayatlarında kitlesel bir başkaldırı görmemiş ama ‘hiçbir şey böyle yaşamaktan daha kötü değildir’ diyerek sokağa çıkan gençler örgütüyor. Daha önceki isyancıların terörist; devletin ve polisin en azından teorik anlamda dost olduğu öğretisiyle büyütülmüş milyonlarca genç şimdi başka bir gerçeklikle karşılaşıyor. Şimdi bu eylemlere biraz daha yakından bakalım:
19 Mart ‘darbesine’ giderken
19 Mart 2025 sabahı, yüzlerce polis bir sonraki seçimde cumhurbaşkanı adayı olacağı ve Erdoğan’ı yeneceğine inanılan İstanbul Belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nu evinden terör ve yolsuzluk suçlamalarıyla gözaltına aldı. Bu olay Türkiye’de ve dünya çapında büyük yankı uyandırdıysa da, Türkiye’de yargı eliyle görevden alınan ve tutuklanan ilk büyükşehir belediye başkanı İmamoğlu değildi. 2016’dan bu yana Kürt şehirlerinden birçok seçilmiş belediye başkanı benzer operasyonlarla görevden alındı, tutuklandı ve yerine bir hükümet görevlisi atandı. Bu Kürt belediye başkanlarına sihirli terör suçlamalarının yöneltilmiş olması, Türk toplumu bunu meşru bulmaya ve itiraz etmemeye ikna etti. Kürt şehirlerindeki bu adaletsizliğe karşı sessizlik, Erdoğan’ı CHP (Erdoğan’ın partisinden sonraki en büyük parti, nationalist merkez-sol parti) tarafından yönetilen diğer belediye başkanlarına da benzerini yapmak konusunda güçlendirdi ve 19 Mart’taki bu ‘darbenin’ zeminini hazırladı. Oldukça popüler, siyasi gücü olan, zengin, Türk, Sünni, ayrıcalıklı bir erkeğin bile Erdoğan’ın karşısında olduğu için sihirli terör suçlamaları ile gözaltına alınması büyük bir şok ve öfke yarattı. Artık terörist olma onuru yalnızca marjinalleştirilmiş insanlara değil, Erdoğan’ın tarafını tutmayan herkese bahşedilebilir hale gelmişti.
Toplumsal muhalefet her yıl biraz daha çökerken devleti, medyayı, mahkemelere itibar ederek sessiz kalan insanlar artık kendilerini hedef tahtasında bulmuşlardı. Yoksulluk, yasaklar, baskı altında hayal kurmayı bile unutmuş olan henüz terörist ilan edilmemiş binlerce Z kuşağı denebilecek genç bir anda uykularından uyanarak ya da öfke patlaması yaşayarak can havliyle 19 Mart günü Türkiye’nin birçok şehrinde sokaklara çıkarak protestolara başladılar. Protestocuların homojen bir yapıda olduğunu söylemek güç olsa da, çoğunluğun yukarıda anlatılan sebeplerden ötürü daha önce protesto tecrübesi bulunmayan, iktidarın yarattığı korku balonunun dışına daha önce çıkamamış bu yüzden muhalif de olsa eğitim, medya, aile gibi kurumlarla Türk devletinin çok yoğun toplum mühendisliğine maruz kalmış ama artık umutsuzluktan nefes alamayacak duruma gelen ve değişim isteyen gençler olduğunu söylemek mümkün. Bu gençlerin sokağa çıkması için, Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması bir kıvılcım olsa da, ‘konu sadece imamoğlu değil hala anlamadın mı?’ diyerek birçok konuya dair öfkelerini ve taleplerini dile getirmeye başladı.

Devletle tanışma ve aşılan korku duvarı
Türkiye’de gerçekleşen hemen hemen her toplanma gibi, bu protestolara da polis çok yoğun bir şiddetle karşılık verdi. Protestocular, yalnızca kitleyi dağıtmak değil, oraya gelen herkese bedel ödetmek isteyen; yargıya gerek duymadan cezalandırma yetkisini kendinde gören, zorba acımasız küstah eylemcilere karşı bireysel bir nefret duyan hatta sadist denebilecek, hiçbir şiddetinden dolayı hesaba çekilmeyeceğinden emin polisle ilk defa karşılaştılar. O vakte kadar polisliği öğretmenlik, hemşirelik, mühendislik gibi bir meslek kolu olarak algılayan protestocular, polisin ‘eski teröristleri’ avlayarak yer yıl nasıl biraz daha mafyalaştığını ve canavarlaştığından habersizdi. Düşman hukukunun kendilerine de uygulandığını gören binlerce genç feci şekilde polis tarafından darp edildi, bir gecede inanılmaz miktarda gaz bombası, biber gazı, plastik mermi ve tazyikli su kullanıldı. Büyük bir saldırıyla karşılaşan bu gençlerin çoğunluğu, böyle bir ortamda kendilerini nasıl koruyacaklarını, birbirine nasıl bakım vereceklerini, nasıl organize olacaklarını bilmiyorlardı. Bir kısım için polise karşılık vermek ‘vatan haini’ ya da terörist olmak anlamına geldiği için donup kaldılar, daha büyük bir kısım kaybedecek bir şeyi kalmadığını düşünerek polisin meşruiyetini kırıp, polis şiddetine karşı-direnişle cevap verdiler. Bir kez olsun öfkelerini ifade edebilme imkanı bulmuşken bir boşalma gibi yüzlerini kapatıp polise ellerine gelen her şeyi attılar, kendilerine atılan gaz fişeklerini polise geri gönderdiler, üstlerine sıkılan tazyikli sudan kaçmak yerine altında dans ettiler, polisin gücünün ve meşruiyetinin aşılabilir bir şey olduğunu keşfettiler. Ne bu protestonun nereye gittiğine dair stratejik planları ne de oturaklıca düşünülmüş politik bilinçleri var gibi görünüyordu. Ama geceye öfke ve bir kez olsun duyulmuş olma hissi hakimdi ve bu durumun kendisi son derece politikti, gece çok sayıda yaralanma ve gözaltı ile bitti.
2013’ten beri ilk kez böylesine kitlesel ve polise karşı saatlerce direnç gösterilen bir protesto yaşanıyordu. Hiçbir televizyon kanalında yer verilmemesine rağmen, protestolar sosyal medya aracılığıyla birçok insan tarafından takip edildi. İtiraz edebilmenin, devlete karşı gelebilmenin, isyan edebilmenin mümkün olduğunu gören birçok kişi için korku duvarı aşıldı. Ertesi gün Türkiye’nin daha fazla şehrinde daha fazla sayıda insan sokağa çıkarak protesto etmeye başladı. Aynı zamanda Türk Devleti ulusal çapta internet bantını daralttı, on saniyelik videoyu internete yüklemek bile dakikalar alıyordu. Hem protesto alanında hem online olarak destek veren ‘eski’ protestoculardan bu sorunun VPN ile aşılacağı öğrenildi. Bu sefer Erdoğan, Elon Musk aracılığı ile gazeteciler, hukuk dernekleri, medya kolektifleri, siyasi partilerin olduğu yaklaşık 200 X hesabına erişim engeli getirdi. Aynı gün Radyo Televizyon Üst Kurulu Televizyon kanallarında canlı yayın yapılması yasaklandı. Protestolarla doğrudan ilişkili olmasa da, yine aynı gün Erdoğan’a biat etmeyen İstanbul Barosunun Yönetim Kurulu mahkeme kararıyla görevden uzaklaştırıldı.
Bunlar olurken, gözaltındaki protestocuların dosyasını takip etmek isteyen farklı şehirlerden birçok avukat polis merkezi ve adliyelerde gözaltına alındı. Her an gözaltındaki kişi sayısı artıyor, bazıları için tutuklama veya ev hapsi kararları veriliyordu. Bir önceki gün gözaltında olan belediye başkanı Ekrem İmamoğlu ve beraberindeki yaklaşık yüz siyasetçi hala polis merkezinde sorgulanmaya devam ediyordu. Tüm bu baskı ve korku ortamı insanları sokakta protestoya çıkmaktan caydırmadığı gibi daha da alevlendirdi. Protestolarda mikrofonu eline alıp seçimden ve hukuktan medet uman konuşma yapan milletvekilleri yuhalanıyordu. Gençler milletvekillerine ‘sandığa değil sokağa çağır’ diye baskı yapıyordu ve bu karşılık buldu. Bu anın kendisi de başka bir eşik noktasıydı çünkü ‘sokağa çağrı yapmak’ Erdoğan’ın ürettiği hukukta ve toplumda gayrimeşru yıllardır kabul edilmişti. ‘Yasal’ siyaset yapan milletvekillerinin buna cesaret edebildiğini görmenin kendisi bile herkes için oldukça şaşırtıcıydı. Sanki tüm toplumun gerçekten var olup olmadığını bilmediği ama kimsenin ötesine geçmeyi cesaret edemediği görünmez duvarın ötesine binlerce insan bir bir geçiyor ve hiç ayak basmadıkları bu topraklarda şaşkınlıkla etrafına bakarak başlarına ne geleceğini düşünüyorlardı.
Türk Devletinin Stratejisi
Türkiye’deki birçok geleneksel toplumsal muhalefet aktörleri bu protestolara geniş çaplı çağrılar yaptı, İmamoğlu’nun tutuklanmasını kınadı, gençlerin haklı adalet, demokrasi ve özgürlük taleplerine destek verdi, polis şiddetine ve yasaklara karşı ayağa kalktı. Buna karşılık sokak muhalefetinin en güçlü geleneksel aktörlerinden biri olan Kürt siyasi hareketi (DEM Parti), desteğini üst düzey parti yöneticileri ile sınırlı tutmayı tercih etti. Yalnızca parti yöneticileri protesto alanını sembolik olarak ziyaret etmiş, İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının bir darbe olduğunu ifade eden açıklama yayınlamakla yetinmişlerdi. Yıllar sonra ‘sıradan vatandaşın’ ilk kez protesto edebildiği, böylesine büyük ve yaygın bir ayaklanmaya DEM Partinin de destek vermesi ülkenin kaderi açısından game changer olabilirdi ve Erdoğan’ı hiç olmadığı kadar zor durumda bırakabilirdi. Erdoğan’ın geçtiğimiz haftalarda PKK ile barış sürecine başlamak istemesinin ardında yatan sebebin ne olduğunu tahmin etmek bugünden bakıldığında hiç de zor değil gibi görünüyor. Lakin DEM Parti’nin neden böyle bir tavır aldığı daha kompleks bir soru olarak kalıyor ve cevabını tarihe bırakıyor. Yine de bu aşamada sebepleri değil de sonuçları konuşmanın daha önemli olduğu düşüyorum zira DEM Partinin mesafeli durmasının iki önemli sonucu oldu. Birincisi hem sokakta polis hem siyasi arenada Erdoğan, işini çok zorlaştırabilecek bu tehditten ve gücünü bölmekten sıyrılmış oldu. Deneyimi, dirayeti, örgütlenme becerisi, sözünü esirgemeyen karakteri ile DEM Parti yani Kürt gençliğinin protestodaki eksikliği, Gezi Parkı ayaklanmasına kıyaslandığında açıkça hissediliyordu.
Sanırım Erdoğan’ın ve onun polislerinin bu süreç için bir dilek hakkı olsaydı, onu Kürtleri bu eylemlerden uzak tutmak için kullanırdı. Bunu sonuçların ikincisi daha iyi açıklıyor: Kürtlerin kolektif olarak bu alanda var olmamaları, protestocular arasında halihazırda oldukça güçlü olan milliyetçi ve devletçi eğilime daha çok alan açtı. Bunun DEM Parti’nin yokluğunun hem sebebi hem sonucu olduğu tartışmasını bir kenara bırakarak belirtmek gerekir ki, ulusal kimlik açısından tek tipleşmiş bu kalabalık, başka konularda da tek tipleşme eğilimi gösterdi, bunun sonucunda protestocular arasındaki Kürtler, feministler, LGBTİ+lar, sosyalistler, anarşistler, hayvan hakları savunucuları gibi kesişimsel bir yaklaşımla mücadele yürütenler protestolarda daha da ‘çıkıntı’ hale geldiler ve bu kimlikleriyle görünür olmaya, mesela gökkuşağı bayrağı açmaya, güvenlikleri için haklı olarak tereddüt ettiler. Çoğu şehirde LGBTİ+lar ne toplu olarak olarak protestoya gelmeye güvende hissediyor, ne de bireysel bir queer protestolarda kimin yanında kendini yanında güvende hissedeceğini anlayabiliyordu. Erdoğan’ın ve onun polislerinin ikinci bir dilek daha tutma hakkı olsaydı, onu mutlaka bu protestolardan kesişimsel bir mücadele çıkmamasını dilerdi. Çünkü kesişimsellik, hem getireceği sayı hem getireceği nitelik bakımından Erdoğan’ı yerle bir edecek korkulu rüyasıydı. Çünkü protestolarda ortaya çıkan haklı öfkenin geleceği, sürdürülebilirliği, yöneleceği yeri ve iktidarı tehdit edip etmeyeceği kesişimsel niteliğine bağlıydı. Zaten Erdoğan bugünkü mutlak otoritesine yukarıda uzunca açıklandığı üzere, hassasiyetle yürüttüğü kesişimselliğin zeminini ortadan kaldırma politikası sayesinde ulaşmıştı. Bu protestolarda tüm ezilenlerin güçlerini birleştirmesi, tüm ezilenlere kazandıracak ve onların ortak en büyük düşmanlarına kaybettireceği şüphesizdi. Buna karşılık, 19 Mart’tan beri gerçekleşen ayaklanmada, Erdoğan’ın ve polislerin şansının yerinde gittiğinden, en çok isteyeceği iki dileğinin de gerçekleşmekte olduğunu söylemekten korkuyorum.

Şu an yaşanıyor: çok yoğun bir baskıya karşı geniş bir direniş
Bugün 27 Mart itibariyle hala gösteriler yukarıda bahsedilen karakteriyle devam ediyor. Geçen bu bir haftada queerler, feministler, anarşistler, sosyalistler… protestolarda görünür olmada ve protestolara devrimci bir karakter katmakta önemli yol kat ettiler. Bununla eş zamanlı olarak devletin sermayesi olarak adlandırılacak birçok şirkete karşı büyük bir boykot kampanyası başlatılması büyük bir panik yarattı. Aynı gün üst düzey bakanlık yetkililerinin bu şirketleri desteklemek için boykot edilen kafelerde poz verdiğini ve ürünlerin reklamını yaptığını görmek resmen bir savaşta olduğumuzu bir kez daha kanıtlıyordu: TC suç örgütü ve sermayesi kendisine tehdit olarak gördüğü herkese karşı bir savaş açmıştı. Anlaşıldığı kadarıyla öncelikleri bu savaşta birilerini tutuklamak değil, karşı cephede kimlerin olduklarına dair veri toplamaktı. Dün üniversitelerdeki eylemin etrafını saran polisin, eylemcilerin maskelerini çıkarma karşılığında onları serbest bırakacağını söylemesi boşuna değildi. Buna karşılık yıllardır sokakla olanların, kişisel veri güvenliğine dair sosyal medyada yayınladıkları rehberler hayat kurtarıcı oluyordu. Erdoğan’ın üniversitelerdeki profesörleri bugünlerde derslere katılmayan öğrencileri fişlemek için yoklama kağıtlarını polisle paylaşırken, akademik boykot çağrısına destek olan birçok profesör halihazırda görevlerinden uzaklaştırıldı bile. Önceliğin tutuklama olmamasına rağmen, İstanbul çevresindeki hapishanelerin kapasitesi doldu ve yeni tutukluların civar şehirlerdeki hapishanelere gönderilmesi bekleniyor. Daha önceki yıllarda dava sonucunda insanların para cezası bile almadığı için ciddiye alınmayan, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet suçundan şu an onlarca insanın tutuklanması çok şaşırtıcı olduğu kadar hukukun gerçek işlevini bilenler için oldukça beklendik.
Polise taş atanın değil taşın tarafını tutma gerekliliği
Klasik ceza hukukunun ve siyasetçilerin bize öğrettiği, çatışma yaşayanlar arasında birinin tarafını tutmak gerektiği ya da mağdurluk ve faillik statüsunun birbirinden mutlak bir şekilde ayrılan iki kişi/kimlik olması gerektiği anlayışının bizi ne kadar tuzağa çektiğinin bir kez daha apaçık görüldüğü bir noktadayız. Erdoğan’ın okulundan, medyasından, ailesinden aldığı zorunlu eğitimle, açık kimlikleri ve görünürlükleriyle eyleme gelecek Kürtlere ya da queerlere zorbalık yapmaya ve alandan atmaya hazır, sayısı azımsanmayacak olan 16-24 yaşındaki protestocuların aynı anda nasıl da fail ve mağdur olduklarını izlemek o kadar çarpıcı ki. 19 Mart’tan yana bu ayaklanmada devletin mağduru olarak, 2000’den fazla kişi gözaltına alındıysa, binlerce kişi -bir kısmı hayati- yaralandıysa, halihazırda yüzlerce kişi hakkında hapis kararı verildiyse, sayısını bilmediğimiz kişi ailelerinin evinden, üniversitelerinden, işlerinden atıldıysa, istihbaratta terörist olarak fişlendiyse bu biraz da failliklerinin sonucu olarak kaybettikleri güç yüzündendir. Devlet bu ‘yeni teröristlere’ de eski teröristlere de düşman hukukuyla saldırdığında devlet için bu ikisi arasındaki ayrımın bir önemi yokken, bu ayrımın ancak ezilenlerin bir araya gelme potansiyeli olan bu ayaklanmada kendini göstermesi tuzağına düşülmesi yüzündendir. Bu tuzağın ‘eski teröristler’ arasında da karşılık bulduğunu, başta hayatı devletle savaşmakla geçmiş kürt siyasi partisi olmak üzere önemli bir kesimin devletin şiddetine ve protestocuların haklı olan taleplerine karşı en iyimser ifadeyle kayıtsız kaldığını görüyorum. İsviçre’de ve Avrupa’daki antifaşist hareketin de bilgisizliğini ve sessizliğini buna yorumluyorum. Bunun sonucu olarak bu ayaklanmada neler olduğunu dünyadaki diğer direnişçilere anlatma sorumluluğu duyuyorum. Zira şu anki ayaklanmanın karmaşık yapısına rağmen uluslararası desteği ve dayanışmayı hak ettiğini anlatmak, ancak Türkiye’de yok olmak üzere olan taraf tutma tuzağına düşmemiş ve mutlak otorite karşıtı bir bakış ile mümkün olabilir. Protestolarda polisler tarafından işkence gördüğü için mağdurluğunu suçlamadan ve aynı kişinin Kürtçe pankartı engellemek istediği için failliğini aklamadan bu ayaklanmayı desteklemek mümkün.

Böyle tartışmalı bir ayaklanmayı nereye koymalı?
Türkiye’deki bu ayaklanma desteklenmeyi hak ediyor, çünkü protestocular yalnızca milliyetçi/apolitik z kuşağından ibaret değil. Sayısını ve oranını bilmediğimiz, ama zaten önemsiz olan, birçok queer, Kürt, anarşist, sosyalist, türcülük-karşıtı, feminist, kesişimsel mücadeleye inananlar… yıllardır olduğu gibi bugün de adaletsizliğe karşı ses çıkarıyor ve Türk devletine karşı sokakta direniyor. Protestocuların çoğunluğundan duydukları kaygıya rağmen sokakta olmayı tercih ediyorlar ve devlet şiddetinden onlar daha ağır bir pay alıyorlar. Bu ayaklanmanın kompleksliği, onların her zamankinden daha çok desteğe ihtiyaç duyduğu anlamına geliyor. Onların bu ayaklanmadan kazanımla çıkmaları ya da en azından daha az zarar görmeleri için bu ayaklanmanın desteklenmesi önemli. Türkiye’deki bu ayaklanma desteklenmeyi hak ediyor, çünkü birer birer protestocular karşı-devrimci fikirler barındırsalar da isyan ettikleri şeyde haklılar ve bir ayaklanmanın meşruiyetini de bu belirler: Erdoğan’la sembolleşen Türk devletinin organlarının ve politikaları. Protestocuların çoğunluğunun diktatör Erdoğan’ın gitmesinin ardından yerine milliyetçi İmamoğlu’nun gelmesini istemesi önemli değil. Bugün Erdoğan’ın düşmesi talebi için omuz omuza savaşıp, yarın İmamoğlu’nun gelmesi talebi için yollarımızı ayırabiliriz. Mevcut en büyük gücü yıktığımızda, ikinci sıradaki en büyük gücü yıkmak için mücadele edeceğiz ve ardından üçüncü sıradaki, taa ki bizim üstümüzde başka bir güç olmayana dek. İşte bu anarşist bakış açısı, bugün Erdoğan’a, onun devletine, onun polisine, yargısına yöneltilen her türlü tehditin desteklenmesini gerektiriyor. Bu protestolara yönelik eleştiriler, bu ayaklanmayı yalnız bırakmaya değil, bu ayaklanmanın başarıyla sonuçlandığı ihtimaldeki tartışmalara yaramalı.
Türkiye’deki bu ayaklanma desteklenmeyi hak ediyor, çünkü bir diktatör bir ‘suç örgütü’ haline gelmiş Türk devletinin tüm gücünü ve kaynağını kullanarak, buna sahip olmayan insanlara -kim olduklarından bağımsız olarak- karşı çok ağır bir katliam yürütüyor. Yalnızca protestoculara değil, onların avukatlarına, işkenceyi belgeleyen gazetecilere, greve çağıran sendikacılara, yaralıları tedavi eden doktorlara, protestolar hakkında konuşanlara, gazdan etkilenen kişilere kapısını açanlara kadar, mutlak biat etmeyen herkes cezalandırılıyor. Devletin hayatın özel ve kamusal tüm alanlarını kontrol altına aldığı ve potansiyel tüm desteklerin etkisiz hale getirildiği 2025 Türkiyesinde, Erdoğan’ın bu ayaklanmadan sağ çıkması, onun otoritesini sorgulamış herkesin kilitli bir binada yargına terk edilmesi demek olabilir. Bu Erdoğan’ın gücünü yitirmesi için harekete geçmek için yıllardır elimize geçmiş ilk, tek ve son şans olabilir. Bu yüzden bu ayaklanmaya verilecek destek ya da ayaklanmanın hedefine yani Türk Devletine yapılacak herhangi bir karşı duruş hayati önem taşıyor. Türkiye’deki bu ayaklanma desteklenmeyi hak ediyor, çünkü çoğunluğu ya da gücü elinde tutmayan kadınlar, Kürtler, Aleviler, queerler, yoksullar, gençler, göçmenlerin, ‘eski teröristlerin’ nefes alabilmesinin, sesinin duyulabilmesinin ve özgürlüğünü kazanabilmesinin ilk durağı mevcut düzenin yıkılmasından geçiyor. Türkiye’deki bu ayaklanma desteklenmeyi hak ediyor, çünkü bu, zaten yıllardır isyan etmekte olduğu için hapsedilmiş ve sürgüne zorlanmış biz ‘eski terörist’lerin doğduğumuz ülkede tekrar gün ışığı görebilmemiz için son şans olabilir.